17 Ekim 2014 Cuma

intihar videosu ve adnan abi



yakınımda yaşanan ilk yaşlanma dışı ölümdü, ve intihar eylemi ile ilk tanışmam. 
çocuklar biraz da ölümlerden yaşamı anlar; bir kedinin, bir kuşun ölümü, bir yakınını kaybetmek sonra; 
ilk varoluş sorgulamalarını ölümle yapar.  
ama intiharı anlamak çocuk için biraz daha zordur. 
ölüm böylesi uzak durulan, gözyaşı döktüren bir şeyken, kişi neden bunu kendi elleriyle yapar, pek anlaşılmaz. 
adnan abinin ölümü de korkutmuştu beni. küçüktüm, o anda tam kavrayamamış, büyükdükçe daha fazla ilgilenmiştim bu olayın detaylarıyla. 
“kimse sorumlu değil, kötü bir şey de yok, sadece sıkıldım..” şeklinde bir not bırakmıştı. 
eline babasının silahını alıp, annesi ile birlikte oturduğu 8.kattaki evlerinin balkonundan atmıştı kendini aşağıya adnan abi;  
yere düşmeden de havada vurmuştu kendini. 
kaldırıma çarpan da cansız bedeni olmuştu.

zaman içinde sürekli bu olayı kurcaladım kafamda, şöyle bir sonuç çıkardım:
silahla vurmak istemişti kendini, çekememişti tetiği; 
balkondan atlamayı denemiş, yere çarpış anını düşünüp yapamamıştı.
ama silahla atlayınca havada tetiği çekmek zorunda kalacak, ve yere çarpma felaketi yaşamayacaktı adnan abi. 
bu intihar kazındı içime, üstelik zaman zaman yazdığım senaryo, oyunlardan fırlar. 
‘neredesin firuze’deki becerilemeyen intihar sahneleri bu olayın uzantısıdır sanırım. 
‘cam' oyununu seyredenler bilir, bir intihar sahnesi öncesi bırakılan uzunca bir video notu var, elde şarap.    

intiharları yargılayamam, böyle bir hakkım yoktur. en üzen tarafı ölenle geride kalan arasındaki bağdır.  
belli bir yaşa geldim, bir sürü intihar var artık arkamda. 
en son iki yıl evvel bir arkadaşım astı kendini bodrum’da. 
küsmüştü bana saçma sapan bir nedenden dolayı, küs ayrıldık, bencilce belki, ama bu küslük bana çok koydu. 
hayattan vazgeçmek büyük bir harakettir, 
zaten bir intihar anlaşıldığında korkulur, beyin ortamdan tüyer. 
ve empatisi çok provokatif olur.
anlık patlamalar nedeniyle, ya da depresyon dibe vurduğunda, ya da ağır bir sarhoşlukta alınan kararlar en felaketleridir. 
bilirsin ki, eğer atlatmış olsaydı o anı yaşayacaktı. ta ki bir sonraki soruna kadar, ama belki onu da atlatacaktı. 
insan bazen dışardan beklendiği kadar sağlıklı düşünemez. 

dün sosyal medyada dolaşan ve intihar öncesinde bırakılmış bir videoyu izledim. 
internete sızmış bir not değil, intihar eden vermişti sosyal medyaya, belli ki gittikten sonra iletişim kurmak istiyordu notuyla, arzusu buydu,
bu yüzden hazırlamıştı o notu. 
biraz tanıştırmak istiyordu kendini, kimseye kızgın olmadığı anlatmak, şarabıyla, ella’sıyla keyfini çıkartıyordu ölüm öncesinin kahramanca. 
çok uzun zamandır kurgulamış olduğu belliydi, intiharı da, notu da. 
özel mesajlerın da olduğu, ama herkese sesleniyordu.
güzel türkçesi, ingilizcesi, ve güzel bir insanmış belli ki. 

seyrettiğim şeyle ilgili bir tivit attım, epeyce bir tepki geldi.. 

şuydu:

"intihar edeceği için mi not bırakmış, yoksa not bırakacağı için mi intihar etmiş, bilemedim."

sosyal medyaya bıraktığı not adnan abinin kendini boşluğa bırakışı gibiydi, videoyu ‘yolla’ düğmesine bastığı anda mehmet atmıştı zaten kendini balkondan aşağıya, dönüşü yoktu. geriye sadece havada tetiği çekmek kalmıştı. not intiharın  ayrılmaz bir parçasıydı.

mehmet’in bıraktığı video çift yönlü çalışan bir silah gibi. ölüme giden bu yolculuğun teşhiri ise bir sürü 'borderline’ı tetikleyebilir, çok tehlikeli. 'düşüncesizlik etmiş’ diyemem, böyle koca bir kararı verirken beyin nasıl çalışır bilemem.

bir arkadaş yazmış, ben de öyle: 
"artık kolay kolay fitzgerald dinleyemem." 


6 Ekim 2014 Pazartesi

haydarpaşa

şöyle oldu ilk karşılaşma;
babamla birlikte ilk ankara’ya gidişimiz.
ve ben bir yere gitmek nedir bilemeyecek kadar küçüğüm.
önce vapura bindik. denizin üstünde gitmek pek bi fiyakalı.
sonra da o muhteşem şato göründü.
vapur yaklaştıkça büyüdü,
kuleleri, pencereleri çoğaldı,
korktum.
indik,
babam deseydi ki ‘işte budur dünya’, inanırdım, o kadar kocamandı.
içine girdik,
aa, bi baktım içinde bir sürü tren; aklımı kaçırıyordum keyiften.
devlet memuruydu babam, bir mühendis.
o dönem hayatı şantiyelerden şantiyelere yolculuk ederek geçer,
arada beni de yanına alırdı.
her yolculuk koca bir macera, haydarpaşa ise o maceranın görkemli kapısıydı.
tren saatlerine bakılmazdı, babam önce gar lokanta’sına girer oturur, onu yolcu edecek arkadaşlarıyla buluşur,
birlikte rakılarını yudumlarlardı.
cemal süreya olurdu mesela masada, babamın ‘parasız yatılı’ arkadaşı, benim de dayımdı.
haydarpaşa’da kurdukları masalar ta ankara’ya kadar uzardı.
‘önce bu lokanta varmış, sonra da insanlar rahat gidip gelip yemek yiyebilsinler diye üstüne bu garı geçirmişler.’
halbuki bilmezlerdi bildiğimi:
‘tren yolu deniz yüzünden bitiyordu, işte gar aslında bu yüzden yapılmıştı.’
onlar yemek yerken lokantanın bahçesini dolaşırdım, peşimde de beni uzaktan takip eden bir komi.
bahçede güvercin, martı, kedi, tren ve bi sürü hareket eden bavul.
sohbet uzar, tren saatleri tek tek sayılır, hepsi kaçardı.
en sonunda, zaten kendi de geç kalmış bir trene yetişirdik, garsonlar uğurlardı.
tren lokantasında uzamaya devam ederdi o masa.
oyuncak tren içi oyulmuş şatonun içinden çıkar, uzaklaşırdı.
dönüşlerde gar çıkışında karşılaşılan deniz ve seni bekleyen oyuncak vapur olurdu.
babam öldükten sonra da gara ve lokantasına gitmeye devam ettim.
yalnız gitmeyi sevdiğim nadir mekanlardandır.
biraz tek başına sinemaya gitmeye benzer, hüzünlüdür.
çatı yandıktan sonra görmedim. o benim çocukluğuma, gençliğime şahit olmuş bir mekandır.
üstelik sadece beni değil, herkesi tek tek tanır.
belki de istanbullu dediğin, haydarpaşa’yı, galata’yı, kız kulesi’ni bilerek doğuyordur;
tıpkı annesinin memelerini bildiği gibi, olamaz mı?
12.01.2010 / ht pazar